Yaz günlerinin sıcaklığını andıran güneş kışa demleniyor olmanın hazzıyla kendini sonbaharın etkisine bırakmıştı. Pencereden içeriye giren gün ışığı öğlen vaktinin kavuruculuğunu yansıtmıyordu artık. Yere dökülmüş kahverengi yaprakların solmuşluğuna karşın, cıvıldayıp birbiriyle aşk yaşayan kuşların gölgesi kalıyordu çıplak ağaçların en tepesinde.  Geçen zamanın sadece takvim yapraklarından ibaret olmadığını gece yarısı bastırmış yağmurun camda titreyen damlalarından anlaşılıyordu. Yavaş yavaş solmaya başlıyordu sarımtırak rengiyle cilve yapan güneş ve bir bir gözden kayboluyordu ümidin habercisi gibi görünen mor kanatlı kelebekler. Yoğurt kaplarına ektiğim pencere önünde ki çiçeklerim renklerinden ödün vermeye başlamıştı umutlarını yitirmişçesine. Sağnak her yağmurun ardından üşüyormuşçasına tir tir titriyorlardı pervazları çatlak tahta pencerenin arasından içeriye sızan rüzgârın etkisiyle. Sonbaharın karanlık sessizliğinden ne hayallerimi süsleyen umutlarım canlı kalabilmişti nede bunları tutabilecek bir gücüm. Yağmur hızlanmaya başlamıştı;

             Ve ben üşümeye başlamıştım yalnızlıktan…

     Geçen kıştan sakladığım kanıksanmış kareli gömleğimi, kazaklarımı, hırkamı çıkardım; umutlarımla beraber tükenen, kolsuz kalmış, ucu sökük hırkama ilişti gözlerim. Ucu sökük dediğime de bakmayın, tamamı gitmişti. Hem rengi atmış hüznümden farksız hem de bolca genişlemişti eskidiğinden. Kareli gömleğimin de yaka düğmesi kopmuştu, bir daha bu cihanda bir araya gelmeyecek gibi duruyordu yeşermeye başlayan hayallerimin ölümündeki habersizliği gibi.

     Yağmur tekrardan hızlanmaya başlamıştı; kemik yığınını andıran bedenimle sessizce gökyüzüne bakıyordum. Çaresizce avuçlarımı ovuşturmaya başladım çünkü parmaklarım üşüyordu: Papatyanın seviyor diyen son yaprağına dokunacak mecalimde kalmamıştı.