Bir düş görüyorsunuz.

Yedi semiz ineği, yedi zayıf inek yiyor.

Yedi yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak…

Bu düşteki mesajı merak ediyorsunuz. O dönemde düş, gerçek hayat için önemli bir belirleyici.

Çevrenizdeki akîl kişilere soruyorsunuz, kimse yorumlayamıyor.

Buğday, en değerli varlığınız ve düşünüzde başak görmüşsünüz.

Geleceğiniz bu düşte gizli.

Düş yorumlamada usta Yusuf’u getiriyorlar.

Yorumu şöyle:

“Siz, yaptığınız üzere yedi yıl boyunca ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir kısım dışında, biçtiğiniz ekini başağında bırakın.”

“Sonra, bunun ardından, yedi yıl kıtlık gelecek ve onlar için saklayacağınız az bir kısım dışında, bütün biriktirdiğinizi tüketecektir.”

“Sonra, halkın yardım göreceği ve sıkma yerine gidecekleri bir yıl gelir.”

Çizilen yol haritası bu.

Bu olay, M.Ö. 1592’de doğmuş, Yusuf’un, otuzlu yaşlarda yaşadığıdır…

Gelelim günümüze…

Önce üç yıl süreli salgın, sonra dünyanın önemli iki buğday ambarı, Ukrayna ile Rusya arasındaki savaş, başta buğday olmak üzere gıdanın ne demek olduğunu, yeniden anlattı insanlığa.

Geriye doğru gidildiğinde, 1944’te, ikinci dünya savaşında da öyle bir hatırlatma vardı. O zaman Avrupa Birliği kurularak, kıta Avrupa’sı için, gıda konusunda dersler çıkarıldı. Avrupa Birliği, %80 tarım düzenlemesiydi; finanstan yönetmeliklerine kadar, açlığı yaşamış Avrupa için, tarımda, geleceğin biçimlenmesiydi.

Türkiye’de kurmayların eğitildiği askeri akademilerde, şöyle bir Millî Güvenlik tarifi var: “Devletin anayasal düzeninin, millî varlığının, bütünlüğünün; milletlerarası alanda siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil, bütün menfaatlerinin ve ahdî hukukunun, her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması, kollanmasıdır.”

İşte tarım, bir ulusal güvenlik sorunu olarak, tam da budur.

Dünyanın son yıllarda yaşadığı iki büyük olay olmadan bunu anlamak zordu, insanlar için, abartı sayılabilirdi.

Savaş ve pandemi, dünyanın gözünü açtı. Paranız olsa da gıdaya ulaşmanın zor olduğunu gösterdi.
Tarımı verimli hale getirmekten başka yol yok!

Gelelim Türkiye’ye…

78 milyon hektar alanda ortalama yükselti 1141 metre, yani meyilli. Bu yüzden erozyon fazla. 24 milyon hektar işlenebilir arazisi var(5 milyon hektarı nadas, 2,5 milyon hektarı terk edilmiş, 1,5 milyon hektarı çok parçalılıktan kaynaklanan sınır kaybı). Ancak 8,5 milyon hektarı sulanabilir, bunun da yarısını sulayabiliyoruz.

Kişi başına düşen yıllık su miktarı 1346 metreküp. Kullanılan suyun %70’i tarımsal sulamaya gitmektedir.

Ülkemizin tarımsal kaynağı bu.

Ne yapılacaksa, bu doğal kaynakları kullanarak yapmak zorundayız.

Bunun kim yapacak? Elbette ki siyaset. Ama siyaseti ciddi bir iş olarak ele alır ve bilimsel olarak gereğini yaparsak. Siyaseti, “Halka ait işleri gözeterek, yolu ve usulünce yürütme, devlet idaresi” anlamı ile algılar ve soruna yaratıcı çözümler getirirsek.

Kaldı ki, sorun ortaya çıktıktan sonra onu çözmek için çareler aramak da tedbir değildir. Tedbir, sorun yaşamadan, onun oluşmaması için çözüm üretmek ve sağlıklı bir biçimde uygulamaktır.

MÖ 8000 yıllarına dayanan, dünya tarımının en önemli gen ve üretim merkezi bereketli hilâlin kuzeyi, yani Anadolu, on bin yıl sonra, bu topraklarda yaşayan herkesi utandıracak bir yok olma sürecine girdi.
Toprağın uzun süre işlenmesi, emperyal güçlerin geçiş yolu üzerinde olması ve yanlış uygulamalar yüzünden, günümüzde Anadolu çok yorgun bir tarım alanı, yıpranmış, hırpalanmış bir coğrafyadır.

Yüksek erozyona maruz kalarak, yüzyıllar boyu yel ile savrulmuş, su ile taşınmıştır. Dünyadaki GSMH’nın 1/50’i Türkiye’de değildir ama dünyadaki yıllık toprak kaybının 1/50’i bu coğrafyadadır. Bu ülke, toprağını korumak zorundadır. Ve ne yazık ki, yüzyıllardır, böyle bir meselesi yoktur. Bir santim toprağın oluşması için binlerce yıl gereklidir. Her yıl, yiten toprakla birlikte, bitki besin elementleri; tonlarca zenginliğimiz ve geleceğimiz de yitip gitmektedir. Bütün bir kıta Avrupa’sında yıllık toprak kaybı 350 milyon ton iken, Türkiye’de bu rakamın 1,2 milyar ton olmasındaki acı gerçeği, siyasetin görmesi gerekir.

Toprağını koruyamayan bir ülkede, sağlıklı siyasetten söz etmek mümkün mü?

Yönetenlerin ve yönetmeye aday olanların tarım programlarını inceleyin. Bu konudan hiçbir şekilde söz edilmediğini, yaratıcı çözümler yerine sorunu oluşturan yöntemle sorunu çözmeyi önerdiklerini, üzülerek göreceksiniz . Bu, bugünümüzü yitirdiğimiz gibi, geleceğimizi de yitireceğimiz anlamına gelir.

Herkesin bunu farketmesi gerekir. Seçmen de, siyaseti planlayanlar da, halk da ülkenin geleceğini düşünmek zorundadır.

Bitki sosyoloğu Prof. Dr. Hikmet Birand’ın dediği gibi, merkezden kenara doğru harap ettiğimiz bu toprakları, kenardan merkeze doğru onarmalıyız.

En çok aşınım, yüksek meyilli 4. sınıf ile 7. sınıf arasındaki topraklardadır. Mutlaka sürekli bitki örtüsü altında tutulması gereken 30 milyon civarında hektar toprağımız var. Bunlardan uygun olan yerlerde teraslanarak kazanılacak arazide, agroforestry(meyve ormanları) tesis edilerek, hem aşınım sorununa çözüm getirilmiş, hem de yörenin özelliklerine göre(zeytin, narenciye, badem, bağ, fındık, fıstık, kestane, kaysı, elma , kiraz vs. gibi) meyve bahçeleri tesis edilmiş olacaktır. Aşınıma maruz kalan bu çok meyilli alanlarda, daimi bitki örtüsüyle toprağı koruyacak meyve ormanlarının, bu ürünlerin işlenerek dış satıma konu edilmeleriyle, yan sanayileri ile birlikte, ülkeye nasıl kazanımlar sağlayacağını anlayıp idrak etmek, en önce siyasete düşer, düşmelidir.

Bu, Türkiye’nin var olan tarım yapılabilir toprağını, ikiye katlamak demektir. İsrail’den İspanya’ya kadar dünya bunu başarıyla uygulamaktadır. Tarımı, ulusal güvenlik sorunu olarak anlayan siyasetin, bu soruna çözüm üretmesi gerekir.

Ülkemizde tarımın en önemli sorunlarından diğeri de, bir tarım işletmesinin 56 dekar ve 8 parçadan oluşmasıdır. Optimal olmayan işletmelerde, değersiz tarım ürünleri üreterek, işlemeden, ham satanlar sürekli yoksullaşacaktır. Öyle olunca da, genç nüfusun şehirlere kaçışını hiçbir güç önleyemez. Bunun sonucu, yaşlıların, ölmek için geldiği üretimsiz, viran köylerde, ekmek dahil her şeyin şehirden alınması gibi çapraşık bir durum ortaya çıkarmaktadır.

Budur Türkiye’nin yaşadığı.

Böyle bir genişleme, 4.-7. sınıf arazilerde yapılacak iyileştirme, mevcut tarım arazilerinin de optimal ölçeğe göre yeniden düzenlenmesine imkân verecektir.

Ülkemizin bir topoğrafyası ve iklimi var. Bu, yapılacak tarımı yönlendiren, yöneten ve sınırlandıran en önemli unsurdur. Bu nedenle yağış havzaları konusu, bu havzaların özellikleri, yapılacak tarımın sınırlarını da belirler. Türkiye’de 26 yağış havzası var. Bu 26 havza, 26 ayrı ünite gibi farzedilip tarım politikaları, ayrı ayrı düşünülmeli, planlanmalı ve uygulanmalıdır.

Tarım Bakanlığı’nın; bitkisel ve hayvansal üretim, su ürünleri ve orman konusunu birlikte ele almaya ihtiyacı var. Bunlar bizi gıda ve çevre politikalarına götürecektir. Kırsal sanayi de bu oluşumun gereğidir. Ayrıca sağlık bakanlığının, bazı bölümleri de buna dahil edilmelidir.

Doğal kaynakların korunması ve yönetimi, başta toprak ve su olmak üzere, aynı yapının içinde düşünülmelidir.

Bütün bunlar Tarım Bakanlığı’nın görev alanında olmalıdır.

Su sorunu da bu ülkenin önceliğidir. Dünyadaki suyun %97’si deniz suyu, %2’si buzullar, bize kalan sadece %1’i ve bunun yarıdan çoğu da yer altı suyu. Bu nedenle doğru kullanmak gerekir. Belki son elli yılda, suyun değerini bilmeden, her pisliği alıp götüren bir araç olarak bakılmıştır. Fabrikalar, ev atıkları, her türlü kaba pislik ve kimyasallar; suyumuzu, su olmaktan çıkarıp bir çamur deryasına dönüştürmüştür. Birçok akarsu, bitki yetiştirmede kullanılmayacak derecede zararlı olmasına rağmen sulamada kullanılmaktadır.

Yerüstü suyu, yetersiz olduğundan, yeraltı suyuna saldırılmıştır. Havzalar yeterli yağışla beslenemediğinden ve kapasitesinden daha çok su çekildiğinden, büyük çöküntüler, obruklar meydana gelmektedir.

Türkiye’de salma sulama yaygındır. Su kayıpları fazladır. Toprağın gereksiz yerleri de sulanmaktadır. Drenaj sorunları da oluşturabilen bu sistem, sınırlı kaynağı hovardaca israf etmektedir. Pratik bir yöntemle, çoğunlukla damlama sulamaya yöneldiğimizde, sulama modülü 1’den 0,2’ye düşmektedir. Yani sulanacak alanı 5 kat artırma imkânı sağlayacaktır.

Ayrıca, susuzda yetişebilecek çeşitler üzerine odaklanmak gerekir. Özellikle, yem bitkileri ile tüm meyve çeşitlerinin susuz koşullarda yetiştirilmesi ile ilgili bizzat deneyip sonuç aldığımız teknikler vardır. Bütün bunların sonucunda hem toprak korunacak, hem bitki besin elementleri bakımından zenginleşecek; hem de hayvancılığa kaba yem sağlayacaktır.

Hayvancılık apayrı bir sorundur. Türkiye hayvancılıkta ne yazık ki tamamen dışa bağımlıdır. Toprak sorunu ve arazi mülkiyet rejimi çözülmeden hayvancılığın düzelmesi mümkün değildir. Dışarıdan hayvan/et getirmek, zaten verimsiz olan hayvancılığı daha da bitirecektir.

SONUÇ OLARAK

Tarımı yeniden tarif etmeliyiz. Bu tarifi siyaset yapmalı ve devlet; verimli, yararlı, sağlıklı tarıma göre yeniden örgütlenmelidir. Arazi mülkiyet rejimi, işlenebilir kamu arazilerini de içine alarak, miras hukukuyla birlikte yeniden düzenlenmelidir. Toprak hukuku ve tarım siyaseti için, Anadolu’da hüküm sürmüş antik uygarlıklar da dahil, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemi incelenmeli ve bu ülkenin tarımı bilimsel kurallara göre yeniden yapılandırılmalıdır.

İnsanın yaşama standardı, toprağının kalitesi ve üzerinde yetiştirdiği bitki ve hayvanların çeşit ve kalitesine eşittir. Bunu tarih söylemektedir.

Yeterli ve sağlıklı gıda, doğru tarım ve daha az sağlık harcaması demektir. Bir ülkede insan sağlığı, tüketilen gıdanın yeterli, ulaşılabilir ve sağlıklı(zehirsiz/gdo’suz) olmasına bağlıdır.

Bitkisel ve hayvansal üretim(balıkçılık dahil), orman, çevre, gıda ve kırsal sanayi, bir bütün olarak tarımdır.

Bunun doğru, verimli ve ekonomik yapılmasını sağlayacak olan siyasettir.

Siyaseti belirleyecek olan da millettir.

Oy vereceği partiyi, bu konudaki programı, kullanacağı araçlar ve tezini gerçekleştirme ihtimaline göre değerlendirip, oyunu ona göre kullanmalıdır.

Tarım, sadece tarımla uğraşanları değil, gıda tüketmek zorunda olan ve bu ülkenin doğal kaynaklarına bağımlı bütün yurttaşları ilgilendirmektedir.

Herkesin ortak sorunudur.

Aslında millet, siyaseti değil de, kendinden sonra bu ülkede yaşayacak olanların kaderini belirleyecektir.

Bu nedenle de, siyaseti bu sorunları düşünmeye ve tedbir almaya zorlamalıdır.