Arzuhalcinin daktilo sesine karışıyordu topuklu giymiş kadınların ayak sesleri. Eskisi kadar kalabalık olmayan seyyar satıcıların koşuşturmaları kolayca görülebiliyordu. Pamuk şeker satan çocukların gülüşlerine yansıyan tatlılık şehri canlı tutuyor gibiydi. Ümit tamamen bitmiş gibi görünse de dökülen sararmış yapraklar kendini orta refüjde yol boyu uzanan çimenliklere, çıplak bedenleriyle pek dikkat çekmeyen ağaçlar ise yerini yeşilimtırak yapraklarla örtülü akasya ağaçlarına bırakmıştı. Kokusuyla o anki havanın atmosferini değiştiren kızarmış kestaneler yoktu artık. Ardı sıra her şey kesilmiş gibiydi. Bu kez burnumun direğini sızlatan dağ kekiği kokusuydu: Şehir sanki boşaltılmıştı. Eski yaz aylarının başlangıcı hissedilmiyordu bile. Kalabalık ortamlardaki değersizleşen insanların herhangi bir önemi de kalmamıştı. Herkes birbirinden bihaber ne yapacağını bilmeyerek bir avuç toplu iğneyi anımsatıyordu. Tekrar ne zaman bir araya geleceklerini hayal dahi edemeyecekken meşakkatli yollardan geçiyor olduklarını unutuyorlar, hatta çoğu zaman içinde yaşadıklarını zannettikleri hayalin akışından bile kopuyorlardı. Peki, kişi kendinden ne kaybediyordu? Benliğini mi sadece yoksa kişiliğini mi? Bu kez ömürden geçen sadece sayılardan ibaret olan takvim yaprakları değildi. Bir avuç toplu iğneye benzeyen insan acı acı gülümseyerek kabuk tutmuş yarasını kanatıp tekrardan tuz basarken bu kez kaybetmiş olduğu acılarından çok anılarıydı bence.