Gecekondularda oluşmuş sıcaklık tümüyle insanların benliğine işliyordu. Muğrup vaktinde taş kömürünün çıkardığı karbon monoksitle göz gözü görmeyen sokaklarda bir tebessümle her taraf aydınlanıyordu.  Kıraathanenin yuvarlak masaları etrafında toplanıp sigara dumanından birbirini unutan amcaların yanında meşe ağacının yanarken çıkardığı sese, soba üstünde tüten demli kaçak çaylarının da karışmasıyla koyu olan sohbetlerine daha da bir sıcaklık geliyordu. Komşunun şefkat dolu sepeti balkondan salınırken, bakkal çırağının gamzeleri belirginleşiyordu elinde domateslerle. Mahalle de oturmuş, dedikodu yapan teyzelerin sohbetine meze olmuş çekirdekleriyle, yanlarından bağırarak geçen işportacıların kalabalıklaştırdığı eğimli sokaklarda sürekli top oynayan çocukların gülüşleri de vardı. Sitelerde büyümüş birbirini tanımayan çocuklar yerine, çocukların sokaktaki koşuşturmaları ve bitmek bilmeyen oyunları vardı. Oynarken kanayan dizleri, kırılan başları, açılan kaşları ve her an yeni doğuyormuş gibi hiç bitmeyecek samimiyetleri vardı. İnsanları yutmaya başlayan tablet ve telefonlar; çocukları, oyunları hatta kültürleri de yavaş yavaş yutuyordu. Küreselleşen dünya ile sitelerden oluşan sokaklarda sessiz parkların yer edinmeye başladığı ruhsuzluklar ortaya çıkıyordu. İç içe yaşayan ama birbirini tanımayan insanların evleri ile iş yerleri arasında dokuduğu mekikten ibaretti her şey. İnsanlara olan sevgi de, saygı da bir kadının giydiği topuklu ayakkabıyı geçmiyordu oysa. Çünkü insanların çok olduğu dünyada insanlığın yok olduğu açıkça fark ediliyordu.