Kimim ben?

     Aslından yeni bir hayatın tamda ortasından başlıyor gibiyim; herkese yeni ama bir o kadar da eski, herkese yakın ama bir o kadar da uzak, herkese iyi ama bir o kadar da kötüyüm. Dünyanın sırtından geçinen insanlar, dünyayı sırtına almış insanlardan habersizdi. Çünkü herkes gökyüzünün zifiri karanlığında, insanlığın olmayan vicdanına el sallayan kutup yıldızları kadar iyi görünmeye çalışıyordu. Oysa güneşin keskin ışığı sonsuzluğu temsil eden zeytin ağaçlarının yeşil yapraklarına vururken herkesin yüreğindekinin kendisini temsil ettiğini ortaya koyuyordu. Herkes gözlüksüz, dört gözle kimin ben sorusunun karşılığını aramaya başlamıştı kendini kaybettiği dünyasında.

Peki, kimdim ben?

     Bir Budist’in Nirvana’sı mı? Müslümanın kabul edilmiş tövbesi mi? Gözlerini savaşta kaybetmiş, zafer mutluluğunu göremeyen bir gazinin gülünç çığlıkları mı? Umutlarını kaybetmiş; yatalak bir hasta mı? Hayır, hayır henüz sabahın erken saatleri, daktilo tuşlarının çıkardığı sesle uyanmaya çalışırken hayallerin ötesinde karmakarışık kelimelerle kurulmuş söylenmesi güç olan cümleler topluluğuyum. Ümitlerini yitirmeyip kendini Ağustos sıcaklığının yoğunluğunda çalışmaya vermiş, kışa hazırlık yapan topal karıncayım ben. En az insanlar kadar menfaati için çalışan lakin asla insanlar gibi menfaatçi olmayan topal bir karıncayım. Farklı yollar seçme ihtimali olmayan, kendi ağırlığından 10 kat daha fazlasını kaldırabilirken bile ayaklar altında ezilmeye mahkûm topal bir karınca. Kendine özgü, kimseye zarar vermeden küçük kum tanecikleriyle kümeleştirilmiş evimde kış boyu yatarken; aklı dışında iradesiyle de hareket eden insanların insanlığını yok sayarak merhametsizliklerine aldırış etmeden, merhametsizliğimi dile getirerek ağustos böceğini ölüme terk etmişliğimi söylerler…

Sahi kimdim ben?