Eğreti tebessümlerden doğan yalancı gülüşlerle her şeyden vazgeçmiş öylece oturuyorken, sıkı sıkıya sarıldığım yarım kalmış ince belli çay bardağına acı acı gülümsedim. Henüz temmuzun girdabından kurtulamıyorken, ağustosa kucak açmış olmanın burukluğu yansıyordu bir bardak soğumuş çaya. Kavurucu sıcaklıklara rağmen elzem elzem yağmur kokuyorken toprak ve loş sokak lambaları altında tüm hatıralarımla hâlâ unutamamışken kışı, yeniden yağacak yağmurun tenime değme olasılığını hesaplıyordum kafamda. Ürperen vücudumun çığlık çığlığa bağırmasına neden oluyordu kafamda ki tüm bu düşünceler. Oysa sadece bahara koşarcasına kelebekler uçuşturmak vardı aklımda, gökyüzünün mavi ve sonsuz derinliklerine karşı.

     Oturmuşken Kaf dağının zirvesinde, arkamda olup bitenden habersiz bir şekilde vazgeçmek zorunda bırakıldığım pıhtılaşmış düşüncelerimle bir sağa bir sola savruluyordum. Yoruldum; yorulmak nedir bilmeden tırnağımla kazıdığım hayali güzel her çukurun içine yeniden düşmekten yoruldum… Ümit edip her gün yeniden hayallerimin yeşermesine ket vurarak buğulu bir camdan dışarı dalmışken uğur getirileceğine inandırıldığım uğur böceğinin yaz yağmurundan kaçıyorken ki dengesiz ahvaline denk geldim. Hayat ona da yorucu gelmeye başlamıştı. Çünkü utanılacak birkaç gecenin kucağında yıkılmış hayallerine karşı ayakta durmaya çalışıyordu. Oysa bir bardak buruk çayda anlaşılan tek şey vardı; ümit etmek her şey, ümit etmekten vazgeçmek ise hiçbir şeydi.